25 Temmuz 2012 Çarşamba

Cehalet ∞

Akıl almaz cahillikleriniz, part 1593832. Oldukça dolu olduğum bir konu hakkında yazmak istiyorum. Hala, Allah'ı Tanrı olarak adlandıran insanlara karşı koyulan bir tepki var. Neyin tepkisi bu ? Hangi bilinenin sonucunda gösterilmesinin gerekli olduğuna inandığınız tepki bu ? Allah'a, hitabında kusur veya hata bulduğunuz o insanları yargılamak hakkını size kazandıran o güçlü sebep nedir, bilmek istiyorum. Verebileceğiniz cevap, foursquare'de check-in yapıp, 50 kiloluk götünüzü tavan yaptırıp, attığınız hava kadar geçersiz olacaktır hiç şüphesiz. Ama ben bunu, yeni bir yok saydığınız gerçeği, o yosun tutmuş iğrenç suratlarınıza vurarak büyük bir zevkle bu gerçekle yüzleşmenizi sağlayacak açıklamalar yapmaktan alıkoymuyorum kendimi, gelin peşime.

İlk olarak ; Tanrı, Öz Türklerin kullandığı, tamamen bizlere ait olan bir kelime öbeğidir. İkinci olarak, Allah'ın sahip olduğu onlarca isminden yalnızca biri olan 'Allah'ın, Araplara ait bir kelime olduğunu belirtmek istiyorum. Bir Türk olarak, Allah'a Tanrı diye seslendiğimiz de neydi kıçınızı ısıran ? Ha, Arap mısınız ? O zaman eyvallah. Ama değilseniz, o durumu savunacak rütbeye ve vaziyete sahip değilseniz derhal kesin sesinizi. Öğreneceğiniz şeyler, yabancı dizilerin altyazılarında ki çeviriler ile sınırlı kalmasın lütfen, sonra tek tek öğrenmenizi beklemek oldukça can sıkıcı oluyor.

Bu enfes yağlı boya ile afişe edilen olay Tanrı ve melekleri. Tanrı denildiğinde her inanan insanın aklında güçlü, genel olarak yaşlı (yarattıkları dolayısı ile tecrübeli ve insanı özellikleri ile  kılıflandıracak olursak yaşını almış) bir görüntü canlanır hepimizin aklında.
  
                   

Bakın ; bu, Allah, Tanrı, Aliyy, Rahim, Celil, Hakem, Melik, Mukit, Veli, Kayyüm, Evvel ve Berr. Kim bunlar ? Bunların hepsi onun ta kendisi. Allah, Tanrı. Bunlar, onun sahip olduğu o değerli isimlerden yalnızca birkaçı, toplamda 99 isme sahip ve sizler, o küçük kıvrımlı beyinlerinizde Allah olanını bilip, diğerlerine yer vermeyerek küstahça bir davranışta bulunuyorsunuz. Neden ? Çünkü bir kısır döngü söz konusu. Büyüklerimiz Allah demiş biz de öyle diyelim. Siktirip gidin. Ben onlarla mı şekillendireceğim inandığım ve beni yeryüzünde iyi hissettiren tek varoluşa olan hitap şeklimi, yok öyle bir şey. Kim olursa olsun, bunlardan herhangi birini, kullanmayı dilediğini hangisi ise, tek bir noktaya çağrıda bulunmuş olur. Sizin Allah'ınıza, benim Tanrı'ma, onun Berr'ine, diğerinin Celil'ine. Yani burada bir tüme varım söz konusu anlayacağınız.

Kalıplarınızı dinden uzak tutun. Bu yüzden değil midir günümüz insanının en büyük güç kaynaklarından biri olan din ve getirilerinden uzaklaşmasının sebebi ? Birini, herhangi bir şeye inanmaya zorladığınız takdir de o diğer alternatifin, inanamamanın daha cazip olduğunu düşünmeye başlayacaktır ister istemez. Yapmayın bunu. Hatta bir önerim olacak ; yaşamayı öğrendiğiniz takdirde, diğer insanların inanç sistemlerine dil uzatmayı düşünün. Ama ilk önce sahip olduğunuz hayatı yaşamayı becerin.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Marilyn Monroe Cinayeti

Yaklaşın buraya, ses çıkarmayın ve dikkatle dinleyin. O sosyal internet ortamında özlü sözlerini alıntıladığınız, klişe olmuş fotoğraf ve pozlarını paylaştığınız, sarışın deyince aklınızda o büyük gülümsemesi ile canlanan kadın Marilyn Monroe hakkında pek bilinmeyenlere değinip, ölümünün (bir çok kaynağa ve bana göre) olan asıl sebebini sizlerle paylaşacağım. Mecidiyeköy metrobüs durağında asılı olan stickerlarda ki gülümsemesi kadar mutlu olamadı hiçbir zaman bu kadın. Hakkında bilmek istedikleriniz varsa anlatıyorum, odaklanın.

                                           Çocukluğu

Yukarıda ki sümüklü, Marilyn Monroe'dan başkası değildir. Gerçek kimliğine değinecek olursak, Norma Jeane Mortenson, 1 Haziran 1926 yılında dünyaya geldi. Marilyn Monroe'dan bahsedecek olursak, onun Hollywood'da ki çevirdiği filmler ve yarattığı sükse ile değil de, acılar içinde kıvrandığı, sevgiye ve ilgiye aç olduğu bebeklik ile gençlik dönemlerine yoğunlaşmalıyız. Çünkü beyaz perde'de ki Marilyn Monroe'yu, Marilyn Monroe yapan küçük Norma Jeane'den başkası değildir. Bu yüzden küçüklüğüne gereğinden fazla odaklanarak işe başlayabiliriz.

Norma Jeane Mortenson, Gladys Pearl Baker'ın kızı olarak dünyaya geldi. Babası hakkında yüzlerce dedikodu olduğu için ortaya net bir isim atmak pek gerçekçi olmuyor. Ancak, Marilyn Monroe biyografisini yazan birçok kişiye göre biyolojik babası, annesinin RKO stüdyolarında film editörü olarak birlikte çalıştığı Charles Stanley Gifford ismindeki satış elemanıdır. Norma Jean'in annesi Gladys Baker'a şizofreni tanısı konulduktan sonra onu Marilyn Monroe yapacak olan acımasız, dramatik ve trajik yaşam mücadelesi otomatik olarak başlamıştır. Annesi, şizofreni tanısı ile birlikte hastaneye yatırıldıktan sonra Norma Jeane, yetimhanede yaşamını sürdürmeye devam eder. İleride, kendisini yetimhanede sürekli yalnız ve mutsuz hissettiğinden bahseder. Yetimhane sonrasında ise bir çok bakıcı ailenin yanında hayatını sürdürmeye çalışmıştır. Bu sıralarda, Monroe'nun aynı şekilde dayısı Marion da akıl hastanesine yatırılmış ve hastaneden çıktıktan sonra kendini asmış, anneannesi Della ve dedesi Otis de manik depresyon hastalığından çekmişlerdir. Norma Jeane yedi yaşına kadar aşırı dindar bir aile olan Albert ve Ida Bolender çifti ile yaşamıştır. Daha sonra annesi Gladys'in bir ev satın almasıyla tekrar onunla yaşamaya başlamasına rağmen annesinin akıl hastalığının kötüleşmesi üzerine annesinin en yakın arkadaşı Grace McKee'nin bakımı altına girmiştir. ancak Grace McKee'nin 1935 yılında Ervin Silliman Goddard'ın evlenmesi üzerine Los Angeles yetimhanesine gönderilmiştir. İki yıl sonra Grace onu geri almasına rağmen kocası Ervin Silliman Goddard'ın küçük kıza cinsel tacizde bulunması üzerine dokuz yaşındaki Monroe, bu sefer de büyük halası Olive Brunings ile yaşamaya gönderilmiştir. Ancak orada da Olive'in oğulları tarafından saldırıya uğrayınca Grace'in yaşlı halası Ana Lower'a gönderilmesi gerekmiştir. Ana Lower'ın sağlığı bir süre sonra bozulmaya başlayınca Norma Jeane, Grace ve Ervin Goddard'ın yanına geri dönmüştür.

                                  

Tüm bunları yaşayan Norma Jeane, yalnızlığı, acımasızlığı, mutsuzluğu, terk edilmişliği ve umutsuzluğu iliklerine kadar hissederek yaşamaya devam etmeye çalışıyor. Zaman bir şekilde geçip, Norma Jeane sürekli kalacak yer değiştirmek zorunda olduğu için artık kendine sabit bir hayat sürme hayalleri kurmaya devam ediyor. 16 yaşına geldiğinde, ya tekrar yetimhane'ye dönecekti ya da ortada kalacaktı. İkisine de sırt çeviren Norma Jean, komşusunun oğlu James Doughtery tanışıp bir süre flört ettikten sonra onunla evlenmiştir. Bu evlilik onun için bir kurtuluş ve ruhen kendini bir yer de hissettirecek bir eylemdir. Ancak formaliteden de olsa, bir süre sonra aralarında, özellikle de James'in Norma Jeane'e olan ilgisi oldukça artmaya başlamıştır. James sürekli bir çocuk istese de Norma Jeane bunu hiçbir zaman kabul etmemiştir. Norma Jeane, kocası James işi sebebiyle sürekli yurtdışında olduğundan dolayı geleceğini kurtarmaya yönelik planlar kurmaya başlamıştır bile. Güzelliği ve çekiciliği, doğduğundan bu yana sürekli dile getirildiğinden dolayı Norma Jeane kendisine, annesi Gladys'in en yakın arkadaşı ve Hollywood'da film setlerin de görevli olan Grace teyzesinin desteği ile beyaz perde'de yer bulmaya yönelik bir yol çizer. Bu konuda ona en çok yardımı dokunan insan şüphesizdir ki Grace Goddard idir. Grace, sürekli Norma Jeane'e ne kadar güzel olduğunu ve sıkı bir tempoda çalışırsa kendisine, başarılı bir oyuncu olarak Hollywood'da yer edinebileceği konusunda onu teşvik etmiştir.

                                        

                                         Kariyeri

Norma Jeane, The Blue Book mankenlik ajansına girerek modellik yapmaya başlamıştır. Yine bu dönemde oyunculuk ve şarkıcılık kurslarına katılıp ve saçını kestirip, platin sarısına boyatmıştır. Yavaş yavaş bütün ilgiyi üzerine toplayan Norma Jeane'in durumuna kocası James daha fazla dayanamamış ve onu 'Ya işin, ya da benimle olan evliliğin' diye kaba bir dille büyük çelişkiye düşürmüştür. Ancak Norma Jeane, artık kendisine güveniyordur ve her şeyin daha iyi olacağına inanarak kariyerine devam etmeyi tercih ederek 4 yıllık evliliğini sonlandırmıştır. Kısa sürede The Blue Book mankenlik ajansının en başarılı modellerinden biri olan Monroe, düzinelerce magazin dergisinde gözüktü. Bu dönemde 20th Century Fox' un yöneticisi Ben Lyon 'un dikatini çekti ve onun için bir deneme çekimi ayarladı. Aynı zamanda ona altı aylık bir kontrat yaptı. Lyon'un önerisiyle adını Marilyn Monroe olarak değiştiren Norma Jean, "Scudda Hoo! Scudda Hay!" ve "Dangerous Years" isimli iki film çevirdi. Ancak iki filmin başarısız olması, O'nun bir süre sinemadan uzak kalmasına neden oldu. Fox şirketinin Monroe ile yeni bir kontrat imzalamaması yüzünden bir süre boşta kaldı. Modelliğe devam ederken aynı zamanda da oyunculuk derslerine devam etti. "Ladies of the Chorus" adındaki kısa filmde, ilk kez şarkı söyleme şansını yakaladı. Daha sonra "The Asphalt Jungle" ve "All About Eve" filmlerinde iki kısa rolde oynadı. Bu filmlerdeki kısa ama dikkat çekici rolleriyle eleştirmenlerin çok dikkatini çekmişti.

Filmlerinin çoğu başarısız olmasına ve ona teklif edilen rollerin onu yalnız ''Sexi bir kadın'' imajı ile ortaya koymuştur. Oysa ki onun umduğu bu değil, tam aksine bütün rollerin altından kalkabilecek, zeki ve başarılı bir kadın profili idi. Yavaş yavaş Hollywood'da zirveye çıkan Marilyn, bir yandan da geçmişte yaşadığı sorunların acısını hala yüreğinde taşıyor ve bir türlü o dönemleri aklından çıkartamıyordu. Geceleri ise uyku hapları olmadan katiyen uyuyamıyordu. Bu da, bir süre sonra kendisinin haplara bağımlı olmasını rahatça sağladı.

                               

                      Katili ve Sevgilisi ''John F. Kennedy''

Marilyn'in sonunu hazırlayan adam, onun en tutkulu ilişkilerinden birini yaşadığı, o dönemin başkan olma çabalarında bulunan John. F. Kennedy'dir. Marilyn Monroe ile Kennedynin  tanışmalarının ikisininde gençlik yıllarına dayanır, görüşmeleri zaman zaman seyrekte olsa devam etmiştir. John Kennedy, o dönemler de evli olmasına rağmen tam bir sex ve gece hayatı düşkünüdür. John Kennedy'e dair, hala bilmediğimiz ve Marilyn'in öldürülmesine sebep açılan gizli bir 'sır' sebebi ile başlar her şey. Nasıl ve ne şekilde öğrendiği bilinmese de, John Kennedy bir gün çabalarının sonucu doğrultusunda Amerika'nın başkanı olduğu takdir de onu tahtından indirebilecek büyüklükte önem taşıyan bu sırrı Marilyn öğrendiği an yolun sonuna gelmeye başlamıştır ister istemez.

John F. Kennedy, büyük uğraşlarının sonucu ABD'nin en genç ve ilk katolik başkanı olmayı başarmıştır. İşte şimdi, geri sayım her zaman olduğundan daha fazla ilerlemiştir. Başkan olması ile birlikte büyük sükse yaratan Kennedy, Marilyn Monroe ile olan ilişkisini bütün dünyaya duyurarak ilk olarak onun, sonrasında ise kendisinin hayatını bilinçsizce tehlikeye atmıştır. Tüm devlet adamları, mafyalar ve örgüt üyeleri John Kennedy ile birlikte Marilyn Monroe'nun da peşine takılmaya başlamışlardır. Yalnızca, küçüklüğünde ki sevgi açlığını kapatmak için Kennedy'e karşı temiz duygular besleyen Marilyn artık çok daha tehlikede ve sorumluluk altındadır. Annesinin intiharı, Grace teyzesinin kanserden ölümü, etrafındakilerin onun popüleritesini kullanma çabaları, düştüğü tuzaklar, uyuşturucu ve alkol alışkanlığı, uyku haplarına olan bağlılığı ve daha önce ki iki kez çocuk düşürmesinin verdiği ağır bir depresyonun etkisinde olan Monroe, her şeye rağmen Kennedy'e tekrar bağlanıp, güçlü ve iyi bir şekilde ayakta kalmayı başarabilmiştir.

                                         

Marilyn Monroe  bu sırrı hiç kimseye söylememesine rağmen sürekli olarak takip ediliyordu, Başkan JF Kennedy den aldığı emirle CIA başkanı Edgar Hoover, Marilyn Monroe’nun evinin dinlenmesi, dinleme cihazları yerleştirilmesi için Mafia’yı kullanmıştı. Belli ki başkan Kennedy Marilyn Monreonun konuşmasından çekiniyor onu sürekli gözetim altında tutturuyordu. Ancak bu sırrın peşinde ''MOSSAD'' ( İstihbarat ve Özel Operasyonlar Enstitüsü isimli İsrail gizli servisinin kısa adıdır.) vardı. Mossad ın amacı Marilynin bu sırrı basın yoluyla açıklamasını sağlamaktı. Böylesi önemli bir basın açıklamasına  izin vermeyecek olan Kennedy tuzağa düşecek ve marilyden kurtulmaya çalışacaktı. Mossad JF Kennedyin Marilyn Monroe öldürtmesini istiyordu.  Bu amaçla Mossad Cia kanalıyla mafyayı ve frank sinatrayı Marilyn Monroe konuşması konusunda  baskı yapması için kullandı.   Mossad JF kennedy e tuzak kurmuştu.
JF Kennedyin başkan olduğu 1960 lı yıllara kadar zaten  Marilynin hayatı kabusa dönmüştü. Karanlık çevrelerin tümü tarafından yıllarca kullanılan Marilyn Monreo  artık yorulmuştu. 1959 yılında medyaya yansıyan sorunlar Marilyn için işlerin hiçte iyi gitmediğinin göstergesiydi ve o yıllar Başkan kendisine bir çıkış olabilirdi. Ama umduğu gibi olmadı. JF Kennedy artık başkandı ve önemli sırların açığa çıkmasını istemiyordu. Özellikle bir sırrın.

                                                Ölümü

Mossad ve Cia güdümlü  frank sinetra ile  Buddy Greco hafta sonu tatilini Nevada’daki evinde geçirmesi için  Marilyn Monroe yi yanlarında davet ederler.  Amaçları Marilyn Monreonun   JF Kennedy hakkında bildiği sırrı basına açıklaması için baskı yapmaktır. Marilyn bunu kabul etmez.  Kendisi dövülür, tehdit edilir ve akabinde  mafya elemanları tarafından tecavüze uğrar bu anlarda filme alınır. Fakat  Marilyn Monroeyi yıldıramazlar. Son yıllarda Marilynin bu son tatilene ait fotoğraflar basında yayınlandı. Marilynin yüzü gözü  dudağı şişmiş perişan hali, taktığı kalın çerçeveli  gözlüklerle saklamaya çalışması dikkatlerden kaçmadı. Resimleri yorumlayan sıradan insanlar bile Marilyn' in fotoğraf  karelerine yansıyan bu son haline nasıl geldiğini anlayamadıklarını söylediler. Onu tanımakta güçlük çektiler.

                                      


Marilynin Kenndy hakkında bildiği sırrı açıklamayı ret etmesi üzerine    basına marilyn açıklama yapacak  haberleri kasıtlı olarak  sızdırılır. Bu haberler tabiki Başkan Kennedyi rahatsız eder. JF Kennedy yemi yutmuş tuzağa düşmüştür. JF Kennedy  marilynin ölüm kararını verir.  Bu işi kennedy adına aslında mossad planı gereği mafya üstlenir. Marilyn öldürülür. İntihar süsü verilir.  Marilyn Monroeya saç dibinden  yapılan  iğne ile ölümü sağlanır.


Ölümü tutanaklara aşırı dozda uyku ilacı zehirlenmesi yüzünden diye kaydedilmiş. Kanında 4.5 mg. ve karaciğerinde de 13 mg. barbiturat bulunmuş. Ama ölüm sebebinin zehirlenme olarak geçmesine rağmen, midesinde ve barsaklarında hiç ilaç izine rastlanmamış. Adli tıptan Dr. Sidney Weinberg, Marilyn’in ağız yoluyla herhangi bir ilaç almış olmasının imkansız olduğunu söylemiş. Evde hiç şırınga bulunmamış, ayrıca iğneyle uyuşturucu aldığını kimse görmemiş, otopsi raporlarına göre de vücudunda iğne izi bulunmamış, o gün Marilyn’in konuştuğu herkes kadının gayet neşeli ve pozitif olduğunu söylemişler, maddi olarak zaten gayet iyi durumdaymış, sadece aşk hayatında sorunlar yaşıyormuş. İşin tuhaf yanı ise, John Kennedy'nin, Marilyn Monroe'ya hazırladığı hazin son kendisinin yanına kalmamıştır. John F. Kennedy, Marilyn Monroe'nun ölümünden bir yıl sonra, 1963 yılında bir suikast karşılığı yaşamını yitirmiştir.

Ama büyük cinayetler sonrası hep başvurulan tezat teorisi yine iş başındadır. Sahte şahitler ile olay gecesi yaşananlar bulandırılır. Onlar için, Marilyn'in intihar ettiği yalanını gerçekmiş gibi insanların önüne sürmek hiçte zor olmadı. Nasıl olsa Marilyn, uyku haplarına bağımlıydı, alkol ve uyuşturucu kullanıyordu ve geçmişten gelen ağır bir mutsuzluğu vardı. Oysa ki Marilyn, bütün zorluklara rağmen ayakta durabilecek kadar da güçlü bir kadın olmuştur hep. Büyük insanların büyük ölümleri her zaman başarılı bir teori ile asıl amacından kolayca saptırılmıştır. Marilyn Monroe cinayeti de bu sebeple, tamamen başka bir şekilde insanlara empoze edilmiştir.

                                

                                         
                                                                                  
                                 

Anlayacağınız, Marilyn Monroe'nun yansıtıldığı gibi mükemmel bir hayatı olmamıştır hiçbir zaman. Kendi içinde sürekli geçmişin yaralarını kapatmaya çalışırken, geleceğe yönelik planlar yapmakta bir o kadar zordur onun için. Dilediği yalnız ; sevgi, huzur ve başarıydı. Ancak bunların hiçbirine, hiçbir zaman sahip olamadı ve büyük bir suikastla öldürüldü.

14 Haziran 2012 Perşembe

Horus Sömürgesi

Tahammül edemediğim bir olaydan söz etmek amaçlı bu konu hakkında yazmak istedim özellikle. Tanıyanlar, illuminati ve içerdiği bütün detayları didik didik edip, izledikleri politika hakkında bilgi sahibi olabilmek için ne denli çabaladığımı bilirler. Şimdi ise yine illuminati odaklı, ancak örgütün sömürdüğü en büyük değerlerden biri olan 'Horus ve Gözü'nün aslolan anlamı, içerdiği ve verdiği mesaj ile şu an ki örgüt sömürgesi sonrasında anlaşıldığı yanlış içerik hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum ; açın o kir tutmuş leş kulaklarınızı, sevişmeyi kesin ve şuraya odaklanın.


Horus
(Haru, Hor), Eski Mısır mitolojisinde gök (Güneş) tanrısı olarak geçer. Horus’un gözü, manevi anlamıyla, vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağını, insanın iç âlemindeki her niyetini ve yaşamdaki her davranışını gözden kaçırmayan bu merhametsiz yargıcın keskin bakışını sembolize eder. Bu vicdanın 24 saat kapanmadan açık kalan gözüdür. Bu yüzden Güneş ve Ay, Horus’un gözleri olarak ifade edilir. Çünkü Güneş ve Ay’ın her ikisi nöbetleşe, gece ve gündüz insanın üzerinden eksik olmaz, Horus’un 24 saat açık kalan gözleri gibi. (Bu nedenle Horus'un gözü güneşle temsil edilen Ra'nın gözü olarak da ifade edilir.) Bu, vicdanın karşıtı olan nefsaniyetin hiç işine gelmez; nefsaniyeti ve kötülüğü temsil eden Seth de bu yüzden bu gözü çıkarmaya çalışmıştır. Antik Mısır mitolojisine göre, Horus sonunda bu gözünü babası Osiris’e vermiş ya da Osiris’in kullanımına bırakmıştır.

                                      

Anladınız mı şimdi asıl içeriğinin ne denli enfes, güzel ve eşsiz olduğunu ? Sen kalk, sırf sömürücem diye, yeryüzünün sahip olduğu en güzel sembollerinden birinin amına koy. Dayanılacak gibi değil. Özellikle altını çizdiğim yeri iyi okuyun, hepiniz günümüz dünya düzeni ve gençliğinizin getirdiği heyecana kapılıp dünya kadar hata yapıp sonrasında affedilmeyi bekleyecek kadar aciz varlıklarsınız ya ; hah, işte bu asil Horus'un Göz'ü de tam olarak bu yediğiniz haltlar ve aslında onların hiçbir zaman unutulmayacağını vurguluyor, işinize gelirse.

Horus’un gözü, biçimsel anlamıyla, Tanrı’nın "bir"liğini (tekliğini) matematiksel olarak gösteren bir semboldür. Bu anlam şöyle açıklanır: Bir bütün ikiye bölündüğünde 1/2 elde edilir. Bu da ikiye bölündüğü takdirde 1/4 elde edilir. İşleme bu şekilde hep ikiye bölme ile devam edilirse sırasıyla, 1/8, 1/16, 1/32 ve 1/64 elde edilir. Bunların tümü toplandığında ise 63/64 bulunur. Buradan şu sonuç çıkar: Bir bütün, sürekli olarak ikiye bölünmeye devam edilirse, toplam değerde, sonsuzluk hariç, hiçbir zaman bire, birliğe ulaşılamaz; yalnızca Mutlak (Tanrı) bir’dir. Horus’un gözü “glifler” denilen parçalardan oluşur ki, bu altı parça, sırasıyla, 1/2, 1/4, 1/8, 1/16, 1/32, 1/64’ü ifade eder.


Anlayacağınız, o sizin Lady GaGa'nın müzik videolarından tanık olduğunuz 'tek göz' ibaresi de buradan geliyor. Gördünüz değil mi, olay ne iken ne olmuş. Bu tür değerlerin hiçe sayılarak, belirlenen acımasız öncelikler doğrultusunda kurban edilmelerine göz yummak, bunları yapan insanların hizmet ettiği olaylara yol açmaktan başka bir halta yaramaz ne yazık ki.

Neredeyse artık her yerdeler, öyle değil mi ? Diyorsunuz ki ; 'Ben bu tek gözü kliplerde, reklamlarda, filmlerde v.s görsem nolur yea, etkilenmiyorum ki bunlardan' v.s. O öyle kolay değil işte. Bu senin o aslında kocaman ama işlevi doğrultusunda kıç kadar görevi olan beyninin anında algılayıp, üzerinde mantık yürütebileceği kadar basit bir mevzu değil canım ciğerim. Örgüt, düzenli ve sık bir şekilde neredeyse artık bütün müzik videolarında, reklamlarda, promosyon ürünlerinde, tanıtımlarda, filmlerde ve diğer bütün medya ve sosyal alanda gözümüze gözümüze sokuyorlar tek göz olayını. Peki bunun amacı nedir ve bizleri nasıl etkiler ? Bunu yapıyorlar çünkü ; yavaş yavaş bu ve benzeri semboller aklımıza, özellikle bilinçaltımıza kazınıyor ve biz bu tür sembollerin asıl anlamlarından uzaklaşmış, örgüt sömürgesi ile taşıdığı kötü anlamlar ile tanıyıp, onları kabul ediyoruz farkında olmadan. Bütün sağlam, popüler, güçlü ve adını kanıtlamış ürünlerde bunlara denk geliyoruz çünkü bizi bunun güvenilir olduğuna inanmaya teşvik ediyorlar. Bu şekilde yaparak aslında amaçlarına çok rahat bir şekilde ulaşıyorlar. İşin metafizik boyutu burada. Bunlar bizlere bir süre sonra normal geliyor ve alışkanlık yapması ile birlikte, caziplik oranı her geçen gün daha da artmaya devam ediyor. Unutmayın ki, cazip olan neredeyse her şey yasak olandır.

                                   

''Haydi Çocuklar Uykuya'' projesini artık bilmeyen yoktur sanırım. Adı ile başlı başına bir fiyasko iken hala Türk halkımın bu olaya bile masumane yaklaşmasına da-ya-na-mı-yo-rum. Tek Göz yine iş başında, üstelik asıl hedefleri olan çocuklar üzerinde. Bilinçaltı en kuvvetli olan ve bütün verileri şartsız koşulsuz zihnine kabul eden çocuk yaş grubunda ki bütün bireyler için uygulanmış bir proje. Bunu gören çocuk ne anlasın diyecektir bazılarınız, biliyorum. Ama araştırmak zor değil tatlım, git ve bilinçaltı daima açık olan yaş grubunu iyice bir araştır derim ben. Çocuklar üzerinden oynuyorlar çünkü gelecek neslin temelden, sağlam ve istedikleri şekilde, biyonik bir kimya ile yetişmesini amaçlıyorlar. Yani bir insandan çok, verilen emirleri yerine getiren bir robot gibi.

Evet, artık bütün bunların farkındasınız. Rica ediyorum, Horus ve Gözünün içerdiği temel anlamı asla yoksaymayın. Bu sembolü gören neredeyse tüm insanlar 'Aaa illuminati'' tepkisi verebilecek kadar cahil. Çünkü o kadar tembeller ki, bunun aslında bambaşka bir anlam içerdiğini öğrenemeyecek kadar araştırmıyorlar. Nasıl olsa Blackberry'lerine fosforlu kılıf takıp, 200 kiloluk götlerine yapışan taytlarını giyip Sortie'de yer bildirimi yapmak daha sexy öyle değil mi ? Derhal siktir olup gidin.

29 Mayıs 2012 Salı

Hırsızlık

Hırsızlık nedir biliyor musun sen ? Bildiğini sandığın şey, sözlük anlamı ve hayatında karşılaştığın kelime anlamında ki eylemden bahsetmiyorum işte. Biraz yan anlamlısı, sinir bozucu, üzücü ve biraz da hayal kırıklığı barındıran bir durum benim anlatmak istediğim. Her gün, uyanırken bile lanet ettiğim bü dünya ve düzenine ayak uydurmaya çalışırken, kafamda belirlediğim hedef ve amaçlarıma ulaşmama engel olan, olmuş olan ve olacak olan bütün söz konusu durumları gözden geçiriyorum ve evet, her gün biraz daha fazla küfür ederek devam ediyorum yaşam mücadeleme.

Hatırlıyorum, tam olarak 1999-2011 yılları dahil ve aralarında ki zaman mesafesi içerisinde sözde aldığım özel dersler, ek eğitimler, çizim kursları vs diye sürüp giden, insan sabrının sınırlarının çok ötesinde ki bu eziyet kuyruğunun hayatımdan çaldığı, yok saydığı ve bir o kadar beni yorduğu zaman dilimini düşünüyorum da, bir kez daha küfürü basıyorum. 'Yönlendirme' politikası adı altında toplanmış bu acı verici eziyetler zinciri, her geçen gün daha da ağırlaşarak hayatım da önemli bir rol oynuyordu o zamanlar. Kim dur diyebilirdi ki ? Eziyete maruz kalan zaten bunu hak ettiği düşünülen insandı ve o bendim. Tek kelime edemeyecek kadar da değersizdi düşüncelerim. Peki, onca aldığım özel dersler, götüme sokulan o boktan dersane keraneleri, zorla yollanıldığım ve içerisinde birbirinden boktan, üstlerine işenmiş entellektüel yaratıkların bulunduğu çizim kursları. Nerede bunların karşılığı ? Hala dört işlem dışında Matematik adına bir fikri olmayan ben, yıllarca ve yıllarca zorla, ite kalka o derslerle karşı karşıya bırakıldım. Neydi bunun sebebi ? Yönlendirilmem,mem,mem.. Evet, her aile bireyi sahip oldukları en değerli varlıkların, evlatlarının bir yere gelip, kendi ayakları üzerinde özgüven sahibi olarak durmalarını isteyecektir, şayet lütfen bunu yapmadan önce, yapacaklarından emin oldukları kadar nasıl yapacaklarından da emin olmalılar. Bundan emin olmak zorundalar, mecburlar.

Kaçına kendimi odaklayarak dahil olduğumu düşünüyorsunuz ? Kaçına ciddi bir istek ve heyecanla gittiğimi veya ? Elbette ki hiçbiri. İçimde ki o hiçbir zaman tarif edemediğim, edebileceğimi de sanmadığım o olağandışı enerji, farklı ve üstün hissetmenin sağladığı ekstra hislerin yoğunluğu altında ezilirken, kendimi çok daha farklı bir şekilde ifade edebileceğimi düşünürken tüm bunların ağırlığı altında ezildiğim sırada sesimi değil duyurmak, çıkaramıyordum bile. Ben her gün biraz daha diretirken bu yük her saniye daha da yükleniyordu üzerime. Sebebini ise tam olarak gelişi güzel bir şekilde aile bireylerime yüklemiyorum elbette ki. Güzel ülkemin sikko eğitim sistemi de bir o kadar suç dahilidir bu konuda. Her zaman söylerim, okul hayatım boyunca gördüğüm en saçma kurumdur bana kalırsa. Eğitim, belli bir çatı altında gerçekten verilinebilecek bir faaliyet olmuş olsaydı, şu an ki insan ziyanı, sığır ve koyun toplulukları olan insancıklarla boğuşmak zorunda kalmış olmazdık. Bu eğitim dedikleri aslında farklı bir şekilde, çok daha yararlı bir aracı ile insanlara empoze edilinebilir olacağı kanısındayım. Bu durumun bizlere okul adı altında değil de, çok daha farklı bir şekilde ulaştırılmasının başka bir yolu vardır elbet. Tembel beyinlerin uyuşukluğunun sonucunda ortaya sürülen ilk alternatifin okul olmasının hala herkes için geçerli olduğu düşünülmesinin verdiği bir sancı var ben ve benim gibi hissedenlerin üzerinde. Okulmuş, geçelim lütfen. Düşünüldüğü takdirde, verilmek istenilen her şeyin çok daha verimli bir şekilde bizlere ulaştırılabileceğini herkes gayette iyi biliyor, sorun ise bu gerçeklerle yüzleşebilcek göte sahip olmamaları, neyse. E bu eğitim sisteminin beraberinde getirdiği bu rezalet düzen ise, hem aileleri hem de öğrencileri bir çıkar yolu aramaya zorladı her zaman. Aileler bulduğunu düşünseler de, çocuklarının umduğu aslolan o değildi. En azından benim için.

Hep derim, sanat için yaratıldığım realistliğin son noktasıdır. Bunu böyle söylüyorum, ancak ego sahibi olduğumdan değil. Defalarca deneyip, başka bir baltaya sap olabilecek durumda olan bir adam olmadığımdan diyorum. Bir de şöyle bir şey var ki, kendi kimyamı biliyorum artık. Bir insan yaratılış sebebini artık 20'li yaşlar başlangıcı ile oldukça iyi hazmetmiştir diye düşünüyorum. Ha, hazmedemeyecek kadar bilinçsiz olanlar zaten parayla götlerini kiralayıp, parayla bundan zevk alabilecek kadar cehennemde ki en güzel yerlerin en önemli konukları olmuştur günümüzde. Onları siktir edin, ayrıca değineceğim ileri ki günlerde. Ben sanatımı icra edebilecekken, küçük yaşta tualler içinde boğulup, piyano başında uyuyakalabilecekken neden onca Matematik soruları arasında intiharın en acısız yollarını düşünüp, Fen ve diğer çük derslerin bende ki ağırlığını hafifletmeye çalıştım ki ? Nedir yani amına koyim, ne. Yönlendirmek ve yönlenmek bu şekile olmaz, bi geçiniz onu. Yapabileceğim o kadar çok şey varken, içimde ki o inanılmaz enerjiyi çok güzel ve farklı boyutlarda yeryüzünde sergileyebilecekken, büyük başarılara imza atıp, kendimi bu yolda geliştirmek amaçlı bu kadar kararlıykan neden bu kadar çok yanlış yolda ilerlemeye teşvik edildim ? Bunları bu şekilde dile getirmemin sebebi bir cevap beklediğimden değil, zamanında çıkaramadığım isyanın o baskısını hala ruhumda hissetmemden kaynaklanıyor tam olarak. Eğer bıraksalardı, şans tanımış olsalardı şu an ki çabamın üzerine ek olarak bir şey yapmama dahi gerek kalmazdı. Çünkü gerçekten bu hırs ve istekle, istediklerimin temelini yıllar öncesinden atıp, şu an bu temellerin üzerine ekleyebileceğim alternatifleri gözden geçiriyor olabilirdim ama ı-ıh, geçen onca yılın amına koyuldu.

Şimdi soruyorum sana it oğlu it, 'Hırsızlık' nedir, farkına varabildin mi artık ? Hırsızlık tam olarak bu işte. Eğer hedeflerin doğrultusunda izleyeceğin yol öncesi sana yokuş çıkartılıyorsa, senin için en önemli olan zamanlarını kayıp vermişsin demektir. Ben verdim, üstelik fazlasıyla. Onların acısını yaşadığım şu dönemlerde ise hala benden mutlu olup, geleceğe umutla yaklaşmamı bekleyen pipisizler var.

Pollyanna, ananı sikeyim güzelim oldu mu ? Bütün bunlar senin zamanında yediğin haltları bile usta bir şekilde masumiyete çevirebilmenden kaynaklanıyor. Herkes çok mutlu, herkes çok pozitif. Boğuyorsunuz canlarım, boğuyorsunuz.

                                   

6 Nisan 2012 Cuma

Apple Gerçeği

Şeytan dürtmesi sonucu tekrar, başıma herhangi bir bela gelmeyecekse sizleri bir konuda bilgilendirmek istiyorum. Günümüz insanının, gençliğinin, yaşlısının ve ergeninin dilinden, elinden, çükünden düşmeyen ve hayatlarının merkezi olarak belirledikleri cep telefonları olan, ''Apple & iPhone''dan bahsedeceğim sizlere. Yalnız bu, 'Sevgilim bana 4S aldığğğ, kızıaam whatsapp'dan konuşalımm :):)' şeklinde olmayacak elbette ki.

Sahip olanların büyük bir zevkle keyfini sürdüğü, sahip olmak isteyenlerinde oldukça azimli olmalarını sağlayan bu markanın ürününün bu denli başarılı olması, ısırılmış elmalı logosundan kaynaklıdır aslında. Tahmin edersiniz ki, herşeyi gören o 'göz'ün fırınından çıkma bir hamurdur Apple'da.
                                                                 Apple

                            

Evet, bildiğiniz elma. Ancak sıradan bir elma değil. Genel olarak bilindiği üzere elma, Hristiyan ve Yahudi inancında yasak olan meyvedir. Bilinenlere göre olay şu şekilde olmuştur ; Tanrı, Adem elmadan bir ısırık alır almaz Adem'i Dünya'ya kovarak onu cezalandırmıştır. Tanrı onu kovdu çünkü elma yasaklı meyveydi. Olay bununla başladı ve günümüz fenomeni 'Apple ve ürünleri'ne kadar istikrarlı bir şekilde ulaştı.


                                      

Seve Wozniak idir bu etine dolgun amcamızın adı. Herkes Apple'ı Steve Jobs ile tanımış olsa da, işin mutfağında Seve Wozniak vardır. Adam işi o kadar ilerletmiş durumda ki, adı gibi 'Ya seve seve ya da..' dercesine kült bir vaziyete getirmiş durumda. Seve Wozniak Polonya kökenli bir mason idir. İnanmıyor musunuz ?

                                
                                   
İkna oldunuz mu ? ehehehe. Wozniak, işbirliği içerisinde olduğu örgüt ile arasında ki ilişkiyi sağlam tutmuş olacak ki, yıllar yıllar öncesinden bu yana gelip, milenyumun başında bombayı çok güzel bir şekilde patlatmayı başarabildi. Başarabildi evet, ancak bu bizlere yansıyan kadar kolay olmadı. Ürünlerinde, özellikle 'iPhone' gibi öne çıkan ürününde İlluminati'ye ait kimi bariz kimi saklı olan bir çok iz taşınmasınıda extra olarak sağladı.

                                   

Bunlardan bir tanesi. iPhone'un hizmetlerinden biri olan ''App Store'' ile piramit sentezi. Hergün milyonlarca insanın kullandığı bu uygulama aslında göründüğü kadar masum değil.

                              
                                                     

Görmüş olduğunuz uygulamanın adı ''Osirix''. Osirix, iPhone'un sıkı takipçilerine sunduğu bir diğer programlardan yalnızca biri. Gördüğünüz gibi programın logosu 'Horus'un gözünden başkası değildir. Malesef ki, asıl olarak anlam ve taşıdığı ifade ile 'Özgürlük ve Adalet' içeriğine sahip olan bu göz simgesinin, örgüt tarafından sömürülmesini büyük bir üzüntüyle izlemekteyim.

                                                                                                  
Hazır olun, daha yeni başlıyoruz. Şimdi sizlere pek bilinmeyen bir detaydan bahsedeceğim. Apple'ın ürettiği ve ilk olarak satışa sunduğu bilgisayarın fiyatı nedir sizce ? Cevap ; 666,66 dolar. 666 açılımı olarak, Şeytan yani Lucifer'e (yukarıda ki), ait olan rakam olduğundan emin olabiliriz.       

Farkında olduğumuz üzere, Apple'ın birçok logosunda ki Elma renklidir.  Bakınız ;

                                           

Olayın aslı şu ; üçgen prizmaya ışık vurulduğunda, ışığın kırılması sonucunda gökkuşağı elde edilir. Hükümet bizleri 4647234 tane sınava sokuyor, elbet fizik testi çözeniniz vardır aramızda, anlayın artık.

Lucifer (şeytan)'ın kelime anlamı ''Işık getiren''dir. Işık kırılıp Apple markasının logosunda ki konforlu yerini büyük bir zevkle almıştır. Hatta birkaç örnek verecek olursam ;

                                   

'Uyanma Vakti (!)' adlı yazımda paylaştığım gibi, Pink Floyd grubunun albüm kapağında tam olarak bu olay yansıtılıyor. Anlayacağınız ; albüm kapağı, şarkılardan daha fazla şey anlatıyor.

                                    

Çocuk korku filmi olan 'Oz Büyücüsü'nden bir kare. Yeterince fazla anlam yüklü değil mi, çocuklar için.

                                  

Ve Pamuk Prenses. Altıüstü bir elmadan zehirleniyor diye yutturuldu bizlere ve geçmiş nesile. Ancak çizgi filmde ki elmada, tamamen yasak elmayı konu almaktaydı.

Anlayacağınız, Apple'ın bu denli diğerlerinden farklı ve başarılı olmasının sebebinin altında, alın teri ile sağlanmış bir başarı değil, zırhını tüm insanlığa çevirmiş örgüt ve sağladığı güç var. Bunlar, bugüne kadar sadece farkına varabildiğimiz belli başlı noktalardan biri. Kim bilebilirdi ki bu ısırılmış elma, gökkuşağı ve beraberinde getirdiği anlamları içersin. Çok fazla uzatmadan ; Adem, Elma, Gökkuşağı, ışık kırılması ve Lucifer ilişkisini sizlere resimleyerek şimdilik çekiliyorum.

                    

27 Mart 2012 Salı

Tadını Çıkarın

Sahip olduğunuz çok şey var aslında. Sıralayacak veya yazacak olursak, sahip olduklarınıza rağmen hala bazı şeylerden şikayet ettiğiniz için kendinizden nefret etmenizi sağlayacak kadar çok üstelik. Aslında bunu söylememem gerek, çünkü bazı şeyler için baş kaldırıp, şikayet etmek için bazı şeylerin ters gitmesine gerek yoktur, neyse siktir et. İyi bir ruh haline sahip değilim, yaklaşık 8-9 yıl önce hayat dolu bir insan olmayı bıraktım zaten. Zamanla, olduğum durumdan daha da kötüye gittiğimi hissediyordum ancak hiç bu kadar sert bir şekilde yüzleşeceğimi tahmin etmezdim. Bilemiyorum, henüz 19 gibi, daha dünyanın rüzgarıyla uçacak kadar az tecrübeye sahip olduğum halde nasıl bu kadar yoğun bıkkınlık duygularına sahip oluyorum bilmiyorum ama artık durum bu.

İnsanlar, ne kadar çok zorluklarla mücadele etseler, sorunlar yaşasalar ve birçok engelle karşılaşmış olsalar bile bir şekilde, bir yerlere tutunup ayakta kalmayı başarabiliyorlar. İstisnalar ise bu duruma dahil olmayıp, soğuk bir şekilde yok olup gidiyorlar. Ben ise bu iki kategoriye ait bile değilim. Ne bir şekilde tutunma isteğine sahibim, ne de beni ayakta tutabilecek kutsal bir enerjiye. Şayet, şu an bu bedeni taşıyarak, ruhuma eziyet ediyorsam bu hiç şüphesizdir ki ailem için. Bana karşı inanılmaz derin ve yoğun umut besleyen, güçlü ve iradeli o insanlar için. Daha önceleri, şapşal bir ruh haline sahipken ve genel olarak iyi hissederken bu şekilde düşünmüyordum. Tamamen ben odaklıydım ve son derece bencil takılıyordum. Şu an ise ailem adına yaşıyor olmam, birçok şeye son vermeme engel oluyor. Bunun ceremesinide ; bedenimin yükünü taşımak ile hükümlü olan, acınası zavallı ruhum çekiyor.

Ciddi söylüyorum, sahip olduğunuz ve kolayca yola gelen ruh hallerinizin güzelliklerini yaşayın. Elbette ki her insanın kendisine ait ve şahsına ağır gelen büyükçe problemleri vardır, bunu görmezden gelemem. Ancak bir o kadar da avantajı var bir çoğunuzun. Kendimden örnek vereyim, hayatım boyunca hiç sarhoş olmadım, olamadım. Çünkü hiçbir zaman o gevşekliği yaşamamam gerekiyor. Hiçbir zaman içimden geçenleri, söylemek istediğim tonlarca şeyi rahatlıkla söyleyebilecek söz hakkında sahip olamayacağım biliyorum. Bunu bildiğim içinde, nasıl bir ortama girersem gireyim, iki bardak sonrasına gitmiyorum. Söylememem gerekiyor çünkü. Yasak. Sınırlı yaşıyorum bir nevi. İnsanların sorunlarını dinleyip, yardımcı olabildiğimi her düşündüğümde bu açığımı kapattığımı düşünüyorum ama yanılıyorum. Hiçbir zaman, varolduğundan alt bir seviyeye inmiyor o söz konusu olan boşluk.

Sonra ki söyleyeceğimi düşünmeden edemiyorum. Sürekli bir otokontrol, sürekli bir dikkat, disiplin ve tedbir içerisindeyim. Şu an hakkımda kimin ne düşündüğünü umursayamayacak kadar yoğun bir zihne sahibim. Devlet sırları saklamıyorum, büyük bir bilgiye sahip değilim ama evet, birkaç kişi için hayati önem içeren durumlara yataklık yapıyor zihnim. Yapmak zorunda, çünkü bu şekilde bir sınava tâbi tutuluyorum. Ya da adını bilmediğim bambaşka bir bok.

5 Mart 2012 Pazartesi

Amy Winehouse


Son yıllarda hiç kimsenin ölümüne bu kadar üzüldüğümü ve kendimi yıprattığımı bilmiyorum. Çok net hatırlıyorum, 2011 Temmuz ayının sonlarında, ben çizim yapmaktan kör olma derecesine geldiğim sıralar evdekiler tatilde bende manik depresyonlar yaşarken bu olay gerçekleşmişti. İlk olarak telefonuma gelen mesaj şu olmuştu ; ''Olum senin ki ölmüş resmen''. Bu mesajı eşleştireceğim tek insanın Amy olduğunu bildiğim için inanmak istemedim ilk olarak. Kanım çekilmişti bir anda ve olayın soğukluğu ile bunun da türk basınının beyin fakiri habercilerinin ortaya koyduğu asılsız bir haber olduğunu düşünmeye çalışıyordum. Hatta bununla o kadar yüzleşemezdim ki, ölmemiştir ; büyük ihtimalle komaya falan girmiştir, iki güne iyileşir gibi tuhaf ve çıkmazda olan senaryolar üretiyordum. Ardından TMZ'e ve Facebook'a girdiğim de ister istemez yüzleşmiştim bu durumla.

Başlarda, onun sesinden tekrar yeni şarkılar ve röportajlar duyamayacak olsam da, bunun bencilce bir düşünce olduğunun farkına varmaya başladım. O bu dünyada mutlu değildi, istediği hiçbir şey yolunda gitmiyordu ve hayatı, etrafında ki şeytanları kovalamakla geçiyordu. Özellikle o amınoğlu sevgilisi Blake, onun bütün günahlarını üstlenmeye mahkumdu. Evet, Amy'nin mutsuzluğa ve ölüme olan ilgisi varolduğundan bu yana geçerli olan bi durumdu ancak Blake gibi iradesiz, piç bi herifin onun hayatına girip, bunca acıyı ve eziyeti ona yaşatıp sonunda onu hayattan postalamasını hazmedemiyorum. 21. yüzyılın en sağlam Jazz solistinin bu denli acı ölümünü herhangi bir insanda kolaylıkla hazmedemez sanırım. Çok sevilmedi yaşadığı süre boyunca, götünü açıp kendisini pazarlamadığı için sevilmedi. Doğru insan olup, fazlasıyla özgür olduğu için sevilmedi. Ama o Grammy'e sarhoş çıkıp, konserde hayranını dövecek kadar da aşık olunası bi kadın oldu hep. Kimse sevmesin zaten onu, lüzum yok.

Tek şikayetim ; zaten yeterince tahammül edemediğim bu hayat, onsuz hiçbir şekilde cazip gelmiyor artık. Müziği bıraksaydı, uyuşturucuya devam etseydi ama ölmeseydi. Onun hala yaşadığını bilmek bile bazı şeyler için iyi hissetmemi sağlayabilirdi ama yok. Yok ve o şu an huzurlu. Sorumsuz ve iğrenç ailesi, orospu çocuğu sevgilisi ve sebepsiz & bilinçsizce üzerine gelen milyonlarca insandan uzakta, tamamen iyi bir durumda olduğuna inancım sonsuz.

                                
                                       Bayılıyorum bu siktirin gidin tavırlarına

                              
                                    Bu saça laf edenlerin annelerine selamlarım var

                             
                             Blake ibnesi var diye koymayı düşünmüyordum ama Amy..

                                                

20 Şubat 2012 Pazartesi

Ölüm Paranosu

Henüz yalnızca ismini duyduğunuzda, tüylerinizin diklenmesini ve enerjinizin emilmesine şahit olur gibiyim. Ölüm ; korkudur, acıdır, üzüntüdür, dönülmez bir boşluk ve ağır bir travmadır. Hatta başlı başına büyük bir sondur birçok insan için. Aslında bakarsak, insanların ölüm adına bu kadar duyarlı ve ürkmüş olmasının tek sebebi ; geçmişten bu yana gelen lanet olası kısır bir döngüden ibarettir. İnsanlar bir son ile karşı karşıya kalmaktan çekinirler. Yaşları ne olursa olsun, bu kaçınılmaz son adına büyük bir telaş duyarlar. Peki neden ? İşte buna verilecek yüzlerce cevaptan hiç biri tatmin edici olamadı bugüne kadar.

Yazıyı, hitaben yazıyorum çünkü ; ölüm adına insanlığın geneli ile aynı kanıda endeksli değilim. Bu konuda hiçbir zaman diğer insanlar kadar korkak ve çekingen olmadım. Olmadım, çünkü bu döngü ve beraberinde getirdiği yanlışıda doğru olarak kabul etme psikolojisi, sahip olduğum düşünce gücüne her zaman ters düşmüştür. En az varolmak kadar geçerli olan bir sonun, üstelik hepimizin nihayetinde karşılaşacağımız bir durum olması bu durumu en hafife indirgemiş durumda bana kalırsa. Sebepsiz bir korku, genel bir tavır olmuştur zaten, ölüm adına olan korkuyuda bu konuda örnek olarak verebiliriz.

Ölüm adına bu denli karamsar olmak son derece yersiz. Üstelik ölüm olayının, insanlık için bir bitiş olarak değil de, bambaşka bir boyuta başlangıç olduğunu düşündüğümüzde, olay üzerine olan endişede bu şekilde yok edilebilinir. Kendi adıma söyleyecek olursam, geldiği ve karşıma çıktığı her an büyük bir mutlulukla kabul edeceğim bir durumdur ölüm, benim için. Kabul edeceğim diyorum, tercih edip etmeme gibi farklı seçeneklerle karşılaşabileceğimiz bir durum söz konusu değil bu durumda. Bazılarınızı anlıyorum, yaşadığı süre boyunca sadece sex yapıp, insanları yargılamakla beraber, kendi değer ve saygınlık düzenine ihanet etmekten başka bir halta yaramamıştır. Ölmekten korkuyordur çünkü, yaşarken ortaya koyduğu herşey için aslında hiçbir açıklaması bile yoktur.

Bazılarımız vardır, ruhlarının hapsolduğu bu kısıtlı bedenlere sığmamaktadır. Yapacağı o kadar çok şey vardır ki, hepsini yapamayacağı gerçeği ile yüzleştiğinde bir an önce sahip olduğu bedenden kurtulup, tamamen ruhu ile özgür kalabileceği, farklı bir boyuta geçiş yapmak ister. Hakta veriyorum, çünkü kendimden biliyorum. İnsanlar kendi yaşamlarının yanı sıra dünya düzenini öyle bir sıradanlığa mahkum etmiş durumda ki, yeryüzünü olduğundan çok daha farklı bir hale büründürebilecek enerjiyi kendisinde hisseden insanları tamamen umutsuzluğa sürükleyip, bir an önce bu ağır baskıdan kurtulmasını istetebilecek duruma kadar vardırtabilir.

Ölmekten korkmayın. Tamamınız olmasa bile büyük bir azınlığınız aslında yaşayan birer ölüdür şüphesiz. Bedenleriniz, ruhlarınıza bu kadar ihanet ettiği halde yaşamak isteyebilecek kadar da boktan bir zihniyete sahip belli bir kesiminiz. Diyeceğim şu ki, ölüm bana kalırsa yaşam kadar güzel, beklenmedik kadar rahatlatıcı bir geçiştir. Ve son olarak şunu da dip not olarak düşmek istiyorum ; 'Canlısınız, yaşıyorsunuz ve insansınız. Bu kadar ihtişamlı ve ayrıcalıklı bir varlık olma bahşine sahipken bunun bokunu değil tadını çıkarmaya bakın'.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Sidikli İnsan Irkı

Başlarda, Tanrının dahi büyük bir haz ve umutlanarak yarattığı insan ırkı için çok heyecanlı olduğunu düşünüyordum. Ancak, şu an aynı fikirde kesinlikle değilim. Düşünün, bir canlı cinsi yaratıyorsunuz, fazlasıyla özen gösterdiniz ve size itaat etmesi dışında birçok ayrıcalıklı özellik barındırıyor. Zamanla çoğalacaklarını ve yapacakları işlerin daha da büyüyeceğini düşündüğünüzde bu sevinciniz ikiye katlanıyor. Ama bu durum, düşündüğünüz kadarı ile sınırlı kalıyor malesef. Burda ise devreye, Tanrının yaşadığı inanılmaz hayal kırıklığı giriyor ister istemez. Sahip olup, olabileceğimiz o kadar çok özellik, ayrıcalık, farklılık ve extra güç olmasına rağmen, bunların hiçbirini kullanmamanın verdiği sancıyı ne giderecek peki ? Yapabileceğimiz, ortaya koyabileceğimiz o kadar büyük ve güzel oluşumlar gerçekleştirebilecek kapasiteye sahipken neden hayatlarımızı cehenneme çevirmek için bu kadar uğraşıyoruz ? Hayır yani, bu sikko kısır döngüye belli bir insan kitlesi dahil olsa bile, azınlık, seyrek olan kesimide etkiliyor ister istemez.

Hepimizin tek derdi, diğer hepimiz olmuş. Hayatı monotonlaştırmak, sabit bir şekilde sonlandırmakta olası bir olay olmamasına rağmen insanlığın birçoğunun gerçekleştirdiği, lanet edilesi bir eylemdir maalesef ki. Sadece nefes alıp verenlere değinmiyorum bile. Uyan, kahvaltı yap, işe git, sıraya gir, otobüse bin, iş yerine koşuştur, saatlerce ağzına sıçılarak çalış, mutsuz ve somurtkan bir şekilde işten ayrıl, eve kendini zor at, hayvan gibi yemek ye, banyo yap, seviş, sırtını dön ve uyu. Yaşarken gayet cazip bulduğunuz bu kısır döngü ne kadar çarpıcı sizce ? Bunlardan mutlu olan biri varsa şayet, blog'umu kapatıp, kral tv izleyebilir. Memnun da kalırım.

Elbette sizlerden, su üzerinde koşun, 5 metre yüksekliğe zıplayın, kendinizi tırların altına atıp ne kadar acı içerisinde ölüp ölmediğinizi kontrol etmenizi beklemiyorum. Ne bileyim, kağıt kalem alıp, bir müzik eşliğinde, duygularınız nasıl hareket ediyorsa aynen o şekilde, bağımsız olarak onu çizgilerle kağıdınıza yansıtın. Endişesiz ve oldukça telaşsız bir vaziyette. Uyandığınız an bir alışkanlık edinin ve ayılana kadar kitap okuyun. Kitap okumayı bir eziyet olarak gören arkadaşların, bu eziyetten kurtulmak için zorunlu bir şekilde sayfalarca ilerleyeceklerini düşünüyorum. Akşamları öküz gibi tıkınmak yerine, kulaklığınız ve eşofmanlarınızı alıp bi yarım saatlik koşu gerçekleştirin. Hani o çürümüş kaslarınız harekete geçsin falan. Aşık olup, yıllarca bir kişiye odaklı cehennem gibi bir hayat sürmek yerine, farklı tatlara atılın. Folloş olmadan becerebilirseniz bu işi, ne hoş. Hiç yoksa, alın hergün bi belgesel izleyin mına koyim bunları ben mi söyliyeyim artık. Demek istediğim, değinmek istediğim tam olarak ; ''bu kadar, yaşamak için yaşamayın''. Fazlasını isteyin, ortaya koyduğunuz hiçbir olayla yetinmeyin. Gelişmeye, değişmeye her daim aç olun. Körelmeyin, hamlaşmayın. Ruhunuza layık olması için bedeninizi zorlayın.

Ne diyo lan bu dingil ?! diyecek hatta birkaçınız. Sizleri seviyorum ulan. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum ki, sizler gibi bariz örnekler olmasaydı ben bu kadar zorlayamazdım sınırlarımı. Tam olarak Tanrı'ya şükür sebeplerimdensiniz. Kısacası, hazır kozmik yıl 2012'deyiz, ölüm çok uzak değilken zarardan dönün ey eşırkım. Zaman cidden kötü, böyle giderse çük gibi yaşayarak ölmeye mahkum kalıp, kollayamayacaksınız götü.

     
                                                                                                                                            
                                   

17 Ocak 2012 Salı

Farklılık

Sanırım bir insan için yeryüzünde ki en zor ve en boğucu mücadelelerden biridir, farklı olmak. Farklı olmaktan kastım, sözlükte ki klişe anlamından çok zıt, çok uç ve ulaşılması hakkında imkan bile olmayan bir ruh hali, ben ve benim gibiler için. Anlayacağınız farklı içerikler ile yaratılmış olmak. Bir erkek veya kadın olmak ve bu iki cinsiyetin getirileridir birçok insan için, farklılık. Bazıları için ise ; saç rengi, göz rengi, kullandığı arabadır farklılık. Bir Galatasaraylı olmak veya Fenerbahçelik olmak bile farklılıktır insanlar için. Kimileri için ise, içerisinde bulunduğumuz dünya düzenine ve sıkıcılığına ayak uydurmak zorunda olup, bunu hiçbir zaman tam anlamıyla ortaya koyamayacağını bildiği halde yaşamak mecburiyeti olmasıdır, farklılık. Bu benim için, duygum için ve bizim gibi hisseden binlerce insan için geçerli olan bir durum. Bir çok insan kıçının üstüne oturup, salak saçma bir şarkı eşliğinde, o sıkıcı ruh hali ile iğrenç öncelikleriyle bu yazımı okuyup kafa sallayacaktır muhtemelen. Çünkü hak verdiğini düşünüp, kendisininde aslında bizler gibi olduğunu düşünebilecek kadar tuhaf bir boşluktadır. İşte, durum bu kadar berbat. İnsanların ve yaşayış şekillerinin boku o kadar çıkmış durumda ki, kendisini bütün kılıflara ait görebilecek kadar sıradan ve ucuz bir beden olduğunundan öteye gidemediğini göremeyecek kadar da acınası bir haldedir aslolarak.

Ben mesela. Günlük hayatımda o kadar çok rol yapmak, o kadar çok başkalarını oynamak zorunda kalıyorum ki, saatlerce, hatta günlerce kendime olan saygımı yitiriyorum bu durumlar sonrasında. Herhangi bir insana ayak uydurmak o kadar zor ki, bizler için. Onlarla karşılıklı konuşup, bir konuda fikir sahibi olmak zorunda olmak, kişinin kendisine olan saygısını yitirmesine fazlasıyla yeter. Okulum, etrafım, yaşadığım şehirde ki, yaşadığımız dünya üzerinde ki bir çok insan. Neden ve nasıl bu kadar his yoksunu, yaradılış ayrıcalığının eksikliğine sahip olabiliyor ? Veya, neden insanların büyük bir kısmı, herşeyin tamamen karşı cinsiyet ve onunla birlikte yaşayabilecekleri olduğuna inanır ki ? Ya da, tamamen para kazanıp bu uğurda karşısına çıkan iyi-kötü, doğru-yanlış tüm insanları hiçe sayıp, birçok insanı üzebilecek kadar sisli görebilirler ki etraflarını ? İşte asıl olay bu. Bu soruları hep sordum, sürekli sordum ve sormayada devam edeceğim. Üstelik hiçbir zaman, tam anlamıyla bu konuda net bir şekilde cevap alamayacağımı bildiğim halde. Çünkü insanlar ve öncelikleri asla bu sorulara karşılık alabileceğim nitelikte değiller. Bununda farkında olduğum için hayatım boyunca şikayet edip, sızlanacağımı bilmek, nitelendiremediğim bir his, bir ruh hali.

Din olarak bile insanlar kategorize edilmişken, ben kimlerden neyi bekliyorum aslında. Olay tamamen kökten, daha hiçbir şey yokken atılan temellerin, bana kalırsa problemli olmasından ötürü şu an bu halde. Bazen bu durumu, etrafımda ki insanları düşünerek eğlenceli bir hale sokmaya çalışıyorum. Mesela ; popüler olup büyük bir çevreye sahip olan insanların verdikleri o saçma mücadele ve elde ettikleri koca bir hiç, para için hiçbir şey hissetmediği insanlar ile hem duygusal hem bedensel sevişmeler yaşayan aciz tipler, kötülük yaparak mutlu olup, sadistlik sınırlarının ağzına sıçan  o insanlar. Eğlenceli değiller mi ? Tamamiyle komikler. Çünkü hayatı bu kadar zor yaşayabilecek kadar tuhaflar. Zor diyorum ; çünkü yaşamak, bir şeyler başarmak ve bir yerlere gelmek onların sandıkları kadar zor değil. Aslında hayatı geçirebilmek bile zor değil. Sex yaparak bedenlerini tatmin ettiklerini sanan insanlar yönetiyor atık dünyayı. Oysa ki, bir ressamın kağıdı ile sevişmesi, bir piyanistin piyanosunun tuşlarını kavraması, bir dansçının gözlerini kapatıp notalar ile sevişmesi çok, çok daha sahici bir tatmindir. İnsanlar, duygu ve hislerinden başlayarak, bütün inandıklarını kategorize etmeye öylesine alışmışlar ki, bu doğrultuda izledikleri yollar tam anlamıyla, sahip oldukları yaşayış biçimlerini, olduğundan inanılmaz bir zorluk derecesine sokuyor. Çok zor olmalı facebook'ta ekledikleri fotoğraflar ve yazdıkları iletiler ile beğenen kişi sayısını yüksek tutmaya çalışmak, kıyafetleri ve tarzları ile sürekli adından söz ettirmeye çalışmak, sürekli birilerine ihanet edip tamamen kendi özgüveninin kurbanı olmak, zirve yapmak için dibe batmak.. Bunlar enfes zor eylemler bana kalırsa. Sırf azınlıkta olan insan sınıfının bu yolu izlemesinden kaynaklanıyor herşey. Bizlerin ise, içinde bulunduğu bu durumun sebebi, düzenin bu şekilde işlemesi karşısında tepkisiz kalmak zorunda olduğumuzdan kaynaklanıyor. Hiçbir şey yapamıyoruz, tüm gelişmelere karşı şahit olmaktan başka. Hiçbir zamanda dur diyemeyeceğiz bu gidişata. Problem değil, bunca kalabalığın içinde bu kadar yalnız kalmak tamamen ayrıcalıktan başka bir şey değildir.

1 Ocak 2012 Pazar

Mide Bulandırıyorsunuz

Bir insan yazıyorsa, derdi ve şikayet edeceği durum, hal ve hareketler bitmez dostlarım. Henüz yepyeni, taze ve daha birçok bok yiyeceğimiz bu taze yılın ilk saatlerini yaşadığımız şu vakit, mantıken %50'mizin kafasının iyi, geri kalan %50'lik kesiminde mutlu ve huzurlu bir şekilde geceyi sonlandırması gerekiyor, öyle değil mi ?.. Değil işte. Beni, hatta artık birçok kişininde canını son derece sıkan, beyin amcıklaması geçirten o hastalıklı insanlar, yeni yılda da girişimdeler. Hani şu dakika başı melankolik sözler, intihar kıyısı havasında ki paylaşımlar, insanı sanattan soğutacak şarkı paylaşımlarında bulunan ve sosyal paylaşım sitelerinde bunu, en iğrenç yüzüyle insanların gözlerine sokarcasına yaşayan o amınoğullarından bahsediyorum. Bunca yıldır nefes alıyorum, kendimi bildim bileli en çok şikayet ettiğim ve bir türlü varlığını bu yeryüzüne ve yaşadığım yüzyıla yakıştıramadığım o insanlardan söz etmekteyim. Sizce de yeterince iğrenç değiller mi ? Hani bu sizlerin bahsettiğiniz ; o aşk hissiyatını neredeyse şu an yaşayan insan topluluğunun %95'i bir şekilde yaşıyor. Ama bu ruhu sikilmiş, ölü zihniyetlerin içine sıçtığı bu aşk olayını varolduğundan daha da çekilmez bir hale sokmaları, hayatımızı olduğundan daha da güç bir hale sokuyor. En azından, benim gibi öncelikleri çok daha farklı olan insanların hayatlarını başta olmak üzere. Bu arada, 'sizlerin bahsettiği' diyorum, çünkü asla ama asla samimiyetine inanmadığım ve her zaman geçici bir takıntı ve tutku olduğuna inandığım duygudan öteye geçemedi o aşk dediğiniz olay. Yani ben yaşıyorsam onu değil, bambaşka bir olayı yaşıyorum. Bu da sizi hiç ilgilendirmiyor zaten.

Gün geliyor, tamamen amacı dışında kullandığım o Facebook sitesini ne kadar ciddiye almasam bile, şu durumda sinir olabilecek kadar birşeyler hissettiriyorlar o web sitesine karşı. Evet, belki de çok duygusalsınız hatta kendinize acı çektirmekten zevk duyuyorsunuz. Ama bunu neden karşı cins üzerinden uygulamalı olarak yaparsınız e kapcık ağazlılar ?! Anasayfada paylaşılanlar, girilen iletiler ve birbirlerinin duvarında gerçekleştirilen yorumlaşmaya şahit olduğum an tuhaf bir hormon salgılamaya başlıyorum, kızgın bir sobaya çıplak götle oturmak istiyorum mesela. Hepimiz insanız, sahip olduğumuz duygu kategorisi ve hissiyat dizesi özünde sabit olmasına rağmen, nedir bu piçlerin götünü tutuşturan ? Evvela bir örnek vereyim ; kızın teki ; sevgilisinden ayrılıyor, ilk önce fotoğrafları siliyor, duvarını kapatıyor, kefen kokulu şarkılar paylaşıyor ve hayata küstüğüne dair iletiler giriyor. Girdiği iletiler, aynı fabrikadan fırlamış olan bir diğer sümüklünün dikkatini çekiyor ve anında olaya o'da dahil oluyor. Hatta kızın girdiği iletiye gelen yorumlar nettir. İlk olarak başlangıç şu şekilde yapılır ; 'Ohaaa ayrıldınız mı ? :SSS:s:s''. Yorum sonuna koyulan ifadelerde ki tutarsızlık, yorum yapanın dehşet bir telaş içerisinde olduğunu ortaya koyuyor. Şimdi ise iletiyi giren kız gelen yoruma cevap veriyor ; ''fazla bile uzamıştı zaten. :) ', güldüğüne takılmayın, o ifadenin altında yatan subliminal mesajı birazdan açıklayacağım sizlere. Arkadaşı kıza cevap veriyor ; ''inanmıyorum yaa ooofff :(:SS://::S.. peki iyi misin şimdi :s''. İşte şu yorum sonrasında kayışlar kopuyor. Ayrılık acısı ile hayata küsen kızdan aynen şu cevap geliyor ; ''iyi olmasam ne değişir, bir süre sonra nasıl olduğumun bir önemi de olmayacak zaten :))'' Gülüyor, çünkü güldüğünde insanları, berbat bir ruh hali içerisinde olduğuna ve kendisine zarar vereceği düşüncesine inandıracağına olan inancı tam. Bi bilse ki, tek kalıp sabunluk işi var, bu kadar kasmaya gerek dahi olmadığını.

Vaziyet sandığımızdanda vahim olacak ki, bu durumdan fazlasıyla şikayetçi olan tek kişi, 'artık' ben değilim. İnsanların hayatları ; karşı cins, aşk, flört ve acı olmuş. Durumun ne kadar boktan olduğunun farkında mısınız ? Bu önceden gerçekten böyle değildi. Sanmıyorum ki yıllar önce bir ayrılık yaşayan veya karşı cinsten umduğunu bulamayan insanlar, duygularını bu kadar serbestçe ortalığa sersin. Nesil sorunu veya şahsi özürlülükler mi dersiniz buna ne dersiniz bilmiyorum ama cidden yeter artık. Paylaşım sitelerinde, internet ve gerçek hayat üzerinde artık bu tür ruh haline sahip olan insanlarla birebir muhattap kalmak istemiyorum. Hayatı çok daha farklı boyutlara sokabilecek güce ve enerjiye sahipken, bu kadar iğrenç bir hale indirgemelerinden iğreniyorum. Hepsinin kıçına kırbaç vurasım geliyor. Farkında bile değiller ancak, hayatın bütün güzelliklerini dibine kadar yaşayabilecekleri bu yaş dönemlerinde kendilerini bu tür baskı ve ağır cehennemlere maruz bırakıyorlar. Kalkın bi kitap okuyun, bir gününüzü ciddiyet içerikli derin konular üzerine araştırma yapmaya ayırın, belgesel izleyin, ne bileyim, hiç birşey yoksa spor yapın. Bu kadar vur başına, al elinden ekmeği yaşamayın lan. Ya da ne yaparsanız, yaşarsanız yaşayın, ama bunu tamamen kendinize özel ve şahsi hissedebileceğiniz ortamlarda gerçekleştirin. Kısacası artık duygu empoziteleri ve sadistliğinize hepimizin karnı tok. Siktir olup gidin artık. Mide bulandırıyorsunuz.